İklim Değişikliği Gerçekleri

İklim Değişikliği Gerçekleri

İlkin sonunda bu yazının sonunda ne bilmeniz gerektiğini söyleyeyim: Dünyanın iklimi hızla değişiyor. Bu değişim bizim kömür, petrol ve doğal gaz yakmamızdan kaynaklanıyor. Bir yandan bunu durdurmaya çalışırken diğer yandan da önlemler almak zorundayız.

Şimdi gerisini anlatayım: İklim değişikliği dünya açısından duyulmadık bir olgu değildir. Dinozorların yaşadıkları dönemde ortalama sıcaklıklar bugün olduğundan yaklaşık 10-12 oC daha yüksekti. Yaşadığımız son buzun çağında (100 bin yıl önce) ortalama sıcaklıklar bundan 5-6 oC daha yüksekti. Bizim içinde yaşadığımız dönemi özel yapan iki ana problem var. İlki, şimdiye kadarki sıcaklık değişimlerinin hiçbiri canlıların tercihleri ile oluşmuyordu. Bugünkü değişiklikler tamamen bizim eserimiz. İkincisi de, daha önceki değişikliklerin hiçbiri bu kadar kısa sürede olmuyordu. Dinozorların çağına girilmesi milyonlarca, buzul çağına girilmesi binlerce yıl sürmüştü. Bugün olan değişiklikler bizim yüzlerce yıl mertebesinde bir sürede geçmişte milyonlarca yıl süren değişikliklere benzer değişikliklere neden olacağımızı gösteriyor.

Elimizde bu olayın detaylarını gösteren epey bulgu var. Mesela geçtiğimiz 100 yıl içerisinde dünyanın ortalama sıcaklığı yaklaşık 1oC arttı. Bu bilgiye varabilmek için iklim biliminde 30 yıllık ortalamalar kullanılır. Yani 1880-1910 yılları arasındaki ortalama sıcaklıklara göre 1980-2010 yılları arasındaki sıcaklıklar yaklaşık 1 oC artmış diyebiliriz. O yıllar arasındaki en soğuk yılla, tarihte ölçülen en sıcak yıl olan 2016’nın ortalama sıcaklığı karşılaştırıldığında bu fark çok daha büyük olabilir (1.6 oC gibi). Dolayısıyla “bakın işte son iki senedir kar yağıyor demek ki küresel ısınma yok” bilimsel bir argüman değildir. İklimden bahsederken 20-30 yıllık ortalamalar kullanmak gerekir. 20-30 yıllık ortalamalar da dünyanın hızla ısınmakta olduğunu söylüyor.

Aynı zamanda da atmosferdeki karbondioksit (CO2) oranı da artıyor. Endüstri devrimi öncesi (1750) yaklaşık milyonda 280 molekül (ppm) olan CO2 oranı bugün 410 ppm’e ulaşmış durumda. Özellikle 1956 yılından beri CO2 oranındaki artışı deneysel olarak gözlemleyebiliyoruz. Bu oran zamanımızda her yıl 2-3 ppm artıyor. Eğer önlem alınmazsa da böyle artmaya devam edecek.

Atmosferdeki CO2 oranı son 800 bin sene içerisinde değil 410 ppm, 300 ppm bile olmamıştı. Bu bilgiyi de Antarktika’dan çıkartığımız buz kalıplarındaki hava kabarcıklarından elde edebiliyoruz. Buzul çağları sırasında 180 ppm’e düşen CO2 oranı buzul çağları arasındaki dönemde de 280 ppm seviyesine yükselmiş. Bugün ise 410 ppm. Bu bir şeylerin yanlış gittiğinin bir göstergesidir.

Yanlış gittiğinin göstergesidir dememin sebebi, yaklaşık 1850 yılından beri bu konuda yapılan çalışmalar CO2 gazının dünyadan yayılan ısıyı uzaya bırakmayarak dünyanın ısınmasına yol açacağının kanıtlanmış olmasıdır. Hatta, 1896 yılında daha sonra Nobel ödülü de almış olan İsveçli bilimci Svante Arrhenius, eğer CO2 oranı iki kat artacak olursa (yani 560 ppm olursa) dünyanın 5-6 oC ısınacağını ortaya koymuştu. Bugünkü hesaplarımız da benzer sonuçlara ulaşıyor. Yani bilim detaylarda farklı sonuçlar verse de altında yatan fizik çok basit ve bize “ne kadar çok CO2 o kadar çok ısınma” diyor. Unutmayalım, bugün CO2 oranı 410 ppm, 560 ppm’e varmamıza 150 ppm var, senede 2.5 ppm artıyor olsa bu 60 sene içerisinde atmosferdeki CO2 oranı 560 ppm olacak anlamına geliyor. Bu da dünyanın bugünkünden 5-6 oC daha sıcak olması demektir.

Dünya ülkeleri uzun süre önce bu sorunun farkına vardılar. 1992’de Rio’da toplanan dünya ülkeleri Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (UNFCCC) adını verdiğimiz bir anlaşmaya imza koydular. Bu anlaşmaya göre iklim değişikliği kötüdür ve o kadar kötüdür ki bilimin kesin sonuçlara ulaşması beklenmeden tüm ülkeler bu ısınmanın durdurulması için ellerinden geleni yapmalıdırlar. Neler yapıldığının ve nelerin yapılacağının belirlenmesi için her sene bu sözleşmeye taraf olan ülkeler bir konferans çerçevesinde bir araya gelirler. Ülkemiz de bu anlaşmaya taraftır. 2010 yılında Cancun’da toplanan 16. Taraflar Konferansı’nda tüm ülkeler ortalama küresel sıcaklık artışının 2 oC’nin üzerine çıkmaması gerektiği konusunda bir karar aldılar. Yani, 2 oC üzerindeki bir ortalama sıcaklık artışı dünya açısından kabul edilemezdir.

Atmosferdeki CO2 artışının en önemli kaynağı bizim yaktığımız petrol, kömür ve doğal gazdır. Atmosferdeki CO2 seviyesini 280 ppm’den 410 ppm’e çıkartmak için ne kadar kömür, petrol ve doğal gaz yakmış olduğumuz bellidir. Bu yaktığımız fosil yakıtlar dünyayı yaklaşık 1 oC ısıtmıştır. Dolayısıyla daha ne kadar yakarsak 2 oC’nin üzerine çıkacağımız da bellidir. Ancak dünyada bizi 2 oC’nin üzerine çıkartacak bol miktarda fosil yakıt bulunmaktadır. Bu nedenle bilinçli bir karar vererek bu fosil yakıtları yer altında bırakmak zorundayız.

Ama dünyanın bugünkü gidişatına bakacak olursak 2 oC hedefini yaklaşık 2035-2040 aralığından geçeceğimiz görülmektedir. Yani böyle gidersek sadece 20 sene sonra dünya eskiye oranla 2 oC daha sıcak olacak. “2 oC’den ne olur” demeyin. 5 oC buzul çağı ile bugün arasındaki farktır. 2 oC ısınma da hayatımızda önemli getirecektir. Eğer böyle devam edersek 60 yıl sonra dünya 5-6 oC daha sıcak olacak, yani buzul çağı ne kadar soğuksa aynı şekilde sıcak.

Bu değişikliklerin bir kısmını şimdiden yaşamaya başladık. “100 yılda bir görülür” denen sel baskınları, fırtınalar, sıcak hava dalgaları ve kuraklıklar artık her 10 yılda bir görülmeye başlandı ve bunların sıklıkları daha da artacak.

Dünyada bu olayların sıklığının nasıl artmakta olduğunu en fazla dikkatle izleyen sigorta şirketleridir. Sigorta şirketleri özellikle 1950 yılından bu yana iklim felaketlerinden doğan hasar ödemelerinin hızla artmakta olduğunu söylüyorlar. Mesela Sandy Kasırgası’nın ABD’ye verdiği zarar 100 milyar dolar mertebesindedir. ABD’de son yaşanan Harvey Kasırgası’nın verdiği hasar ise ilk belirlemelere göre 180 milyar dolar civarındadır. Buna çevresel maliyetleri katmazsak tabii.

İklim risklerini azaltmak için yapmamız gereken şey hazırlıklı olmaktır. Hazırlıklı olmaktan kasıt ise toplumun her kesiminin iklim değişikliğinin önemli bir problem olduğunu anlaması ve her yaptığı işte bunu aklından çıkartmadan çalışmasıdır.

Ancak ülkemizin iklim değişikliğinin etkilerini azaltmak yolunda yaptığı çalışmalar çok da yeterli değildir. Burada görev her anlamda hepimize düşüyor. Devletin girişeceği altyapı yatırımları, son noktada tuğlayı koyan işçi iklim değişikliğine inanmayacak olursa fazla başarılı olamıyor. Bunun örneklerini son yıllarda bolca gördük. Dolayısıyla burada hepimizin elimizi taşın altına koymamız gerekiyor. Üsküdar’da minibüsün vapurla yarıştığı fotoğrafı hatırlarsınız. O fotoğraftaki olayın sebebi devletin altyapı sorunu değildir. Eskiden o noktada akan suların denize ulaşmasını sağlayacak küçük bir açıklık varken Marmaray çalışmaları sırasında kaldırım yeniden yapılırken ustalar o açıklığı koymayı atlamışlardı. Bu nedenle sorun hepimizin el birliği ile çözülebilir ancak. Ne kadar planlarsanız planlayın işi yapan kişileri inandıramazsanız çözüme ulaşılamayabileceğinin en basit örneğidir Üsküdar’daki o fotoğraf.

Bu bağlamda ilerlememiz gereken iki alan bulunmaktadır. İklimin değişiyor olması sadece 250 yıldır fosil yakıtlarla gelişmelerini sağlamış olan batılı devletlerin suçu sayılabilir. Ama bugünden sonra olacaklar hepimizin sorumluluğudur. Bu nedenle öncelikle küresel ısınmanın 2 oC’nin üzerine çıkmaması için elimizden geleni yapmamız gerekiyor.

Ülke olarak unutmamamız gereken şey bizim enerji alanında önemli biçimde dışa bağımlı olduğumuzdur. Ülkemizde enerjiyi sağlayan kömür, petrol ve doğal gazı döviz vererek yurt dışından satın alıyoruz. Son YEKA ihaleleri bize gösterdi ki, böyle devam etmek zorunda değiliz. Artık rüzgardan enerji üretmek kömürden daha ucuza mal oluyor, güneşten enerji üretmek ise neredeyse kömürden üretmeyle başa baş gidiyor. Ama unutmayalım, rüzgar ve güneş enerji sistemleri her geçen gün ucuzluyor, kömürün bedelinin ise artmakta olduğunu hepimiz biliyoruz. Bu nedenle gelişme hızımızı koruyabilmek için yeni enerji teknolojilerine yatırım yapmalıyız ve bunu iklim taahhütlerinden bağımsız düşünmeliyiz.

1992 yılındaki çerçeve sözleşmesi (UNFCCC) her ülkenin elinden geleni yapması gerektiğini söylüyor. Ancak ülkemiz bu anlaşmanın gereklerini uygulamayı düşünmediğinden azaltması gereken sera gazı salımlarını yaklaşık %130 artırmıştır. Bizimle benzer şekilde ABD de anlaşmanın şartlarını yerine getirmeyi kabul etmemiştir. ABD önce Kyoto Antlaşmasına taraf olmamış, sonra da Paris Anlaşmasından çekildiğini bildirmiştir. Ancak ABD burada bizden çok daha farklı bir yol izleyerek hem sera gazı salımlarını fazla artırmamış (aynı dönemde %4 civarında) hem de bu alanda teknolojiler geliştirerek zaten gerekli adımları atmıştır. Bugün elektrikli motor kullanan Tesla ABD piyasasındaki en büyük otomotif şirketidir, hem de yüz yıldan fazla geçmişi olan Ford ve GM gibi şirketleri geride bırakarak. Bu da bize iklim ve enerji alanındaki gelişmeleri uluslararası anlaşmalardan bağımsız olarak düşünmek gerektiğini gösteriyor.

Kalkınma denildiğinde ekonomik düşünce yapısında enerji akla geliyor. Ancak Çin ve Hindistan gibi gelişmekte olan ülkeler kalkınma yolunda GSMH büyümelerini enerji artışından ayrıklaştırmaktadırlar. Bunun anlamı şu, bir birim fiyata satılacak ürün üretmek için harcaman gereken enerji miktarı her geçen zaman biriminde azalmalıdır. Ülkemizde ise üretim ile enerji tüketimi birbirine bağımlı kabul edildiğinden ayrıklaştırma gündemde bile olmayan bir konudur. Oysa iklim değişikliğini durdurmanın tek yolu üretim ile enerji tüketimini birbirinden ayıracak yollar bulmayı becermektir. Enerji verimliliği bu yolların en başında gelir. Gelişirken fazla enerji tüketmemek mümkündür. Çin bunun en önemli örneği, ama isterseniz bize biraz daha benzeyen Uruguay’a da bakabilirsiniz.

İklim değişikliği bağlamında ilerlememiz gereken ikinci ana alan da kendimizi korumaktır. Seller ve yoğun yağışlar artacağından kanalizasyon altyapımızı, kuraklıklar artacağından tarımsal altyapımızı, sıcak hava dalgaları artacağından sağlık altyapımızı gelecekteki değişikliklerin getireceği problemlerle baş edebilir hale getirmek zorundayız. Bugün ülkemizde iklim değişikliği ile mücadele dendiğinde akla sera gazı salımlarının azaltılması gelmektedir. Oysa ülkemizin konumu açısından daha önemli olan problem kendimizi gelecekteki büyük değişime karşı koruyabilmektir.

İklim değişikliği insanlığın karşılaştığı belki de en büyük problem ve ülkemiz bu problemden en fazla etkilenecek bölgelerden birinde yer almaktadır. Bu nedenle bu problemin farkında olmak ve önlem almak hepimizin üzerine düşen bir sorumluluktur.

Yazar Hakkında /

levent@brikasurdurulebilirlik.com

Levent Kurnaz, Avusturya Lisesi’ni 1984’te, Boğaziçi Üniversitesi Elektrik ve Elektronik Mühendisliği Bölümü’nü 1988’de, Fizik Bölümü’nü 1990 yılında bitirirken Elektrik ve Elektronik alanında yüksek mühendis derecesi de almıştır. ABD, Pittsburgh Üniversitesi Fizik Bölümü’nden 1991 yılında yüksek lisans, 1994 yılında ise doktora derecesiyle mezun olmuştur. 1997 yılına kadar New Orleans’daki Tulane Üniversitesi Kimya Bölümü’nde doktora sonrası çalışmalarını tamamladıktan sonra Türkiye’ye dönerek Boğaziçi Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak görev almıştır. Çalışmalarını halen Boğaziçi Üniversitesi Fizik Bölümü’nde sürdürmekte olan Prof. Dr. Levent Kurnaz’ın biri yurtdışında yayınlanan iki kitabı, otuzun üzerinde bilimsel makalesi bulunmaktadır. Aynı zamanda Boğaziçi Üniversitesi İklim Değişikliği ve Politikaları Araştırma Merkezi Müdürlüğü yapmaktadır. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’ne bağlı olarak Genel Sekreter’in Sürdürülebilirlik Danışmanı Jeffrey Sachs tarafından oluşturulan Sürdürülebilirlik Çözümleri Ağı’nın Türkiye eş-başkanlığı görevinde de bulunan Levent Kurnaz halen Boğaziçi Üniversitesi’nde iklim değişikliği ve sürdürülebilirlik ile ilgili lisans ve lisansüstü dersler vermektedir.

Sürdürülebilirlik yolculuğunuzda sizlere destek olmak için varız
X