Acil Bir Gündem Maddesi Olarak İklim Değişikliği

Acil Bir Gündem Maddesi Olarak İklim Değişikliği

Teknolojinin hızlı değişimlerini yaşadığımız bugünlerde gezegenimizi, tüm toplum ve bireyleri ilgilendiren ve bu nedenle acilen ele alınması gereken konu başlıklarından biri iklim değişikliği. Konuyu, Boğaziçi Üniversitesi İklim Değişikliği ve Politikaları Uygulama ve Araştırma Merkezi Yöneticisi Prof. Dr. Levent Kurnaz farklı boyutlarıyla Magg4 için ele aldı. Röportajı gerçekleştiren Sayın Gülin Yücel’e de katkılarından dolayı teşekkürlerimizi sunuyoruz.

Yıllardır iklim üzerinde çalışmalarda bulunuyorsunuz ve oldukça da güncel bir konu. Öncelikle işin doğrusunu anlamak adına iklim meselesi nedir öğrenebilir miyiz?

1700’lerin ikinci yarısından bu yana yerin altından bol miktarda kömür, doğalgaz çıkartıp yakıyoruz. Fakat bu ucuz enerji kaynaklarının götürüsü, çok ciddi biçimde atmosfere karbondioksit salması. Salınan bu karbondioksit de atmosferin ısınmasına neden oluyor. Atmosferdeki çeşitli değişikliklerin temel sebebi bu salınan karbondioksit gazıdır. İklim meselesi dediğimiz şey temelde bu. Karbondioksit bütün problemin neredeyse %75 ‘i olduğundan, sadece onu düşünmek yeterli. Karbondioksit sorununu çözersek diğerlerini çözmek de kolaylaşıyor.

Üstünde durmamız gereken asıl konulardan biri ise endüstriyel hayvancılık; çünkü çok ciddi miktarlarda sera gazı, metan salınıyor. Karbondioksitle metan en önemli sera gazlarıdır. Bu gazlara bir de diazot monoksiti ekleyebiliriz. Ancak dediğim gibi bu gazların içerisinde en önemlisi açık ara ile karbondioksittir.

 Biz iklim meselesini Paris Anlaşması üzerinden ve küresel ısınma alt başlığıyla konuşuyoruz. Küresel ısınma iklim meselesiyle aynı anlama mı geliyor?

Bu konu ilk defa konuşulmaya başlandığında küresel ısınma olarak tartışıldı. Şu anda ABD’de çok büyük bir kar fırtınası var. ABD başkanı da buna dayanarak bunun bir ısınma olmadığını savunabiliyor. Bu sebeple bilim insanları karşılaşılan farklı vakaları dikkate alarak küresel iklim değişikliği demenin daha doğru olacağını söylediler. Ancak küresel iklim değişikliği dediğimizde, insanların gözünde durumun ciddiyeti azaldı. Şu noktada; insanların ciddiye almalarını istediğimizde küresel ısınma diyoruz, bilimsel temelli tartışmalarda küresel iklim değişikliği diyoruz. İkisi de genelde aynı noktadan kaynaklanıyor; karbon bazlı yakıtları kullanarak çıkardığımız karbondioksit gazı ısınmaya ve iklim değişikliğine yol açıyor.

Peki, bu ısınma ne şekilde gerçekleşecek?

Geçtiğimiz 120-130 sene içerisinde dünyamız sera gazları nedeniyle ortalamada 1.5 derece ısındı. Bu ısınmanın önemli bir kısmı son 20 sene içerisinde gerçekleşti. Yalnız ısınmanın Dünya’ya dağılımı eşit değil. Bazı yerler ortalamadan çok daha fazla ısınırken bazı yerler de çok daha az ısındı.

Isınmayacak olan çok küçük noktalar var, örneğin Grönland‘ın güneyinde yer alan bir bölge çok ısınmıyor. Grönland’dan eriyen suların gelmesiyle ısınma engelleniyor. Ancak bunun gibi küçük birkaç bölge dışında bütün dünya, özellikle de dünyanın kuzeyi çok ısınıyor. Bizim yaşadığımız bölge, yani Akdeniz Bölgesi iklim değişikliğinden en fazla etkilenen bölgelerin başında geliyor.

Paris Anlaşması’na dönecek olursak, tüm dünya devletleri yaklaşık iki sene önce bunun altına imza attılar. Planlanan amaç ne idi burada, nasıl bu anlaşma noktasına gelindi?

1992 yılında ülkeler her yıl iklim değişikliğiyle ilgili toplanıp konuşma kararı aldılar. 1995’ten beri dünya devletleri her yıl iklim etrafındaki bu toplantıları gerçekleştirdi. 2010 yılında dünya devletleri Cancun‘da yaptıkları toplantıda, ne yapılması gerektiğiyle ilgili fikir birliğine varamasalar da iklim değişikliğinin mümkünse 1,5 olmadığı takdirde 2 derece ile sınırlandırılması gerektiği konusunda hemfikir oldular. Ondan sonra da uzun süre bunun nasıl yapılabileceği konuşuldu. 2015’te Paris’te (COP21) yapılan toplantıda da bir anlaşma ortaya kondu ve yöntem sunuldu. Bütün devletlerin bunu kabul etmesi çok önemliydi. 2016 yılının Nisan ayında New York’ta imzaya açılan anlaşmayı bugüne kadar bütün dünya devletleri imzaladı. Ancak anlaşmanın sadece imzalanması yetmiyor; aynı zamanda meclistengeçmesi gerekiyor. Türkiye’de daha meclisten geçip yürürlüğe konulamadı ve yakın zamanda yürürlüğe girmesi beklenmiyor. Çünkü uluslararası anlaşmalar meclisten geçirilip yürürlüğe girdiği anda kanun hükmü taşır. Türkiye bunu henüz resmi olarak kabul etmiş değil. ABD’de Trump Hükümeti anlaşmadan geri çekilmek istediğini söyledi. Bu kolay bir süreç değil, önümüzdeki zaman bize çıkıp çıkmayacaklarını gösterecek.

Diğer yandan, bütün devletler Paris Anlaşması‘nın gereklerini yerine getirecek olsa bile ısınmayı 2 derece ile sınırlayabilir miyiz? Anlaşma, devletlere ne yapmak istediklerini soruyor ve devletler kendi katkılarını kendileri belirleyebiliyor. Bu yanlış bir uygulama. Herkes kendi katkısını

belirlediğinde toplamın 2 derecenin altında kalması gerekiyor; fakat bütün sözler yerine getirilse bile dünya 2.7 derece ısınıyor. Paris Anlaşması’nın zayıflığı buradan geliyor. Yani herkes bu anlaşmayı uygulasa bile baştaki hedefi tutturamayan bir anlaşmadan bahsediyoruz. Dolayısıyla 2 derecelik bir ısınma hedefini tutturabilmek için tüm insanlığın Paris Anlaşması’nın gereklerini yerine getirmekle kalmayıp sera gazı salımlarını azaltma yolunda daha da büyük adımlar atması gerekiyor.

Ülkeler bu anlaşmaya taraf olmayıp normal karbondioksit salımlarına devam ederlerse bu rakam 2.7’nin çok daha üstüne çıkar. Bir de bu değerin ortalama olduğunu hatırlatmakta fayda var, bizim bulunduğumuz bölge gibi daha fazla ısınan yerlerde yüzyılın sonuna kadar 4-5 derecelik bir ısınmadan söz ediyor olacağız. Bu durumu kışların bahar havasında geçmesi olarak görmemeliyiz; aynı zamanda ortalaması 40 dereceye çıkan yaz aylarında sıcaklıklar 45-50 dereceyi bulabilir.

Bu çok ciddi bir değişiklik! Gündelik hayatımızdaki yaşam kalitemizi etkilemesi dışında, toplumlar için ne gibi etkilerinden söz edebiliriz?

Dünyada çok ciddi bir kuraklıkla karşı karşıya kalacak geniş bir bölge var. Bu bölge uzun zamandır verimli bir şekilde kullanılan ve tarım yapılan yerleri kapsıyor. Burada yaşayan insanlar, rahatlarının bozulmasının ötesinde açlık gibi bir sorunla karşı karşıya kalacaklar. Bu, toplum içinde ve ülkeler arasında da ciddi bir huzursuzluğa sebep olacaktır. İkincisi, küresel ısınmayla beraber yağışlar da yoğun ve sağanak haline dönüşüyor. Dolayısıyla bu duruma hükmetmek de zorlaşıyor. Bu yağış düşünüldüğü gibi yer altı sularını ya da toprağı beslemiyor ve tarıma yardımcı olmuyor.

Bir boyut daha, geçtiğimiz zamanlarda da bahsi geçti, bu sene sivrisinekler gitmedi. Başımıza gelecek olan en büyük felaketlerden biri bu olabilir; çünkü sivrisinekler aynı zamanda birçok hastalık taşırlar. Afrika’da sıtmanın bu kadar yaygın olmasının bir sebebi insandan insana bulaşmasına sebep olan sivrisineklerin kış boyunca ölmemeleri. Burada sivrisinekler kışı geçiremiyorlardı; ancak sivrisinekler Ocak ayında hâlâ etrafta dolaşıyorlar.

Yani iklim değişikliği ve buna bağlı olağanüstü hava olayları, birçok ciddi toplumsal problemi beraberinde getiriyor.

Küresel iklim değişikliğinin; susuzluktan gıda sistemlerinin çökmesine ve toplumsal alanda yaratacağı ciddi boyutta sorunlara değindik. Buradan bakarsak, iklim değişikliği meselesi kimin konusudur?

Öncelikle hepimizin konusudur. Bireyler önlem almadığı müddetçe bir çözüm üretmek çok zor. Bireylerin kolektif arenada bunu tartışması önemli. Kamusal alanda bu öncelikli bir gündem haline gelmezse, devletin de bu konuda adım atması zor olur. Diğer yandan, halktan böyle bir talep geldiğinde yöneticilerin bunu dikkatle dinlemesi gerekir. İklim değişikliği bir günde çözülebilecek bir mesele değil, uzun solukludur. Devletleri yönetenler genellikle dört senelik bir plan ortaya koyuyor ama iklim değişikliği için 30 ile 50 yıllık planlama gerektiriyor. Öncelikle önlem alma odaklı düşünmeliyiz. Bütün ülkelerle bir iş birliği ve uyum içinde çalışmalı; iklim konusu tüm ülkelerin taahhüdü olmadan çözümlenemez.

Bireysel olarak yapabileceklerimiz kısıtlı olduğundan bu önemlerin devlet bazlı alınması daha etkili olacaktır. Örneğin, Konya Ovası geçtiğimiz 10 yıl boyunca tarımda gittikçe daha çok yeraltı suyu kullanmaya başladı. Yeraltı suyu seviyesi her yıl üç metre düşüyor. Yeraltı suyu bizim düşündüğümüzün aksine yenilenebilir bir kaynak değil, daha doğrusu üç ile beş yıl içinde eski haline dönemez, kendini binlerce sene içinde yenileyebilir. Tarımı bu şekilde yapmaya devam ettiğimiz müddetçe 20 yıl sonra Konya Ovası’nda yeraltı suyuyla tarım yapma imkânımız da kalmayacak. Buradan hareketle Türkiye’deki tarım ve gıda sektörü tehlikeye girebilir. Şimdiden bunlarla ilgili önlemler almak da devletin sorumluluğunda; çiftçi belki tarlasında ekonomik getirisi en yüksek ürünü ekmek isteyecek ama devlet bu noktada iklim değişikliğine daha dirençli olabilecek ürünlerin daha fazla üretilmesini teşvik edebilir.

Bunun ötesinde; devlet, akademisyenler, sivil toplum veya halk üretimin kökeninde değiller. Üretimi gerçekleştiren sektörlerin ve işlerin de bunu dikkate alarak hareket etmeleri gerekiyor. Sorumluluğun bilincinde olarak endüstrilerin kendi devamlılıkları için bile bu değişimin getireceği sorunların farkında olmaları lazım.

Buradan baktığımızda hepimizin aynı gemide olduğunu ve ayakta kalabilmek için bu paradigma değişikliğini gerçekleştirmemiz gerektiğini görmeliyiz.

Her şey bu konuyu anlamak ve içselleştirmekle başlıyor ve bu herkesin sorumluluğu diyoruz. Peki, çözümler nerelerden gelmeli?

İklim değişikliği bizim atmosfere her geçen gün daha fazla sera gazı salmamızdan kaynaklanıyor. Salınan bu sera gazları doğanın bertaraf edebilme kapasitesinin çok daha üstünde olduğundan bir ısınma problemi yaşıyoruz. Bu problemin nispeten kolay çözülebilir iki temel sebebi var. Birincisi; petrol, kömür ve doğalgaz kullanımından çıkan karbondioksit. İkincisi, daha küçük olmakla birlikte, endüstriyel hayvancılıktan ve tarımdan kaynaklanan metan gazı diyebiliriz.

Nispeten daha kolay çözüm bulunabilecek olan ikinci kısımdan başlayacak olursak, Artan hayvansal gıda tüketimi ve endüstriyel pirinç tarımından ciddi derecede metan salımı oluyor. Ancak Güneydoğu Asya’daki temel besin gıdası da pirinç olduğundan pirinç üretmemek bir çözüm değil. Dünya genelinde endüstriyel hayvancılık desteklendiği müddetçe oradan kaynaklı metan salımını azaltmanın bir yolu yok. Et üretimi ve tüketiminin artması çok olumlu görülüyor; fakat bunun da bir götürüsü olduğunun farkına varmalıyız.

İlk problem için temel sebep iki başlıkta toplanabilir: enerji üretimi ve taşımacılık. Doğalgaz veya termik santrallerden enerji üretimine devam ettikçe sorunlar artacaktır. Enerjimizi mümkün olduğunca güneş, rüzgâr gibi ülkemizde bol ve rahat bulunabilen kaynaklardan üretmeye odaklanmak bir adımdır. Evlerdeki enerji kullanımını dengelemek e ikinci adımı oluşturuyor. Ürettiğimiz enerjiyi verimli kullanmalıyız. Buzdolabı üzerinden düşünelim; A+++ buzdolabı, A+ bir buzdolabından iki kat daha az enerji harcıyor ve bu enerji tüketiminin faturaya yansımasıyla dört sene içinde hane ekonomisine yansıması eşitleniyor. Dolayısıyla gerek üretim gerek tüketim alışkanlıklarımızda doğru ürünleri seçecek olursak bireysel olarak çözüme katkıda bulunuyoruz. Elektriğin nasıl üretildiği konusunda çok fazla bir söz söyleyemesek bile tüketim alışkanlıklarımızla küresel iklim değişikliğinin etkilerini azaltma şansımız var. Buradaki önemli görev tabii ki üreticilere düşüyor. Tüketici, biraz ek maliyetle enerji verimli olan ürünleri satın alabilmeli.

Taşımacılık konusunda yapabileceklerimiz daha geniş kapsamda ele alınmalı. Otomobiller bir yerden bir yere ulaşmak için en sık kullandığımız araç ve hayatımızın merkezinde yer alıyor ancak taşımacılık için yeterince verimli ve doğru tasarımlar mı bunu sorgulamak lazım, yani taşımacılık için en doğru araçlar neler, orta ve uzun vadede bunu düşünmeliyiz. Yakın vadede yapmamız gereken iki şey var: elektrikli araçlara geçiş yapmak ve büyük şehirlerde bireysel olarak taşıt kullanımını azaltmak. Ancak ikincisi şehirlerin yapısının en baştan düşünülmesiyle mümkün. İstanbul gibi genişliği 100 kilometreyi bulan şehirlerde çalışan kişilerin her gün 200 km yol kat etmesi gerekiyorsa bu problemi çözmek çok olası değil. Bu noktada bütün şehirleri baştan düşünmek gerekiyor. Aslında bütün hayatı baştan düşünmemiz gerek; çünkü iklim değişikliği öyle bir problem ki alternatifi yok. Bundan kaynaklı karşımıza çıkacak sorunlardan herkes çok ciddi biçimde etkilenecek. Bu problemi çözebilmek için, bugün yeni bir hayat tasarımı için çalışmalıyız.

Yazar Hakkında /

levent@brikasurdurulebilirlik.com

Levent Kurnaz, Avusturya Lisesi’ni 1984’te, Boğaziçi Üniversitesi Elektrik ve Elektronik Mühendisliği Bölümü’nü 1988’de, Fizik Bölümü’nü 1990 yılında bitirirken Elektrik ve Elektronik alanında yüksek mühendis derecesi de almıştır. ABD, Pittsburgh Üniversitesi Fizik Bölümü’nden 1991 yılında yüksek lisans, 1994 yılında ise doktora derecesiyle mezun olmuştur. 1997 yılına kadar New Orleans’daki Tulane Üniversitesi Kimya Bölümü’nde doktora sonrası çalışmalarını tamamladıktan sonra Türkiye’ye dönerek Boğaziçi Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak görev almıştır. Çalışmalarını halen Boğaziçi Üniversitesi Fizik Bölümü’nde sürdürmekte olan Prof. Dr. Levent Kurnaz’ın biri yurtdışında yayınlanan iki kitabı, otuzun üzerinde bilimsel makalesi bulunmaktadır. Aynı zamanda Boğaziçi Üniversitesi İklim Değişikliği ve Politikaları Araştırma Merkezi Müdürlüğü yapmaktadır. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’ne bağlı olarak Genel Sekreter’in Sürdürülebilirlik Danışmanı Jeffrey Sachs tarafından oluşturulan Sürdürülebilirlik Çözümleri Ağı’nın Türkiye eş-başkanlığı görevinde de bulunan Levent Kurnaz halen Boğaziçi Üniversitesi’nde iklim değişikliği ve sürdürülebilirlik ile ilgili lisans ve lisansüstü dersler vermektedir.

Sürdürülebilirlik yolculuğunuzda sizlere destek olmak için varız
X